26 Haziran 2010 Cumartesi

Lizard In A Woman's Skin A.K.A. Kadın Teninde Gündüz Düşleri


“Nazari ve Tatbiki Giallo” dersimizin bugünkü bölümünde İtalyan Sineması’nda türlerin teröristi olarak nam salmış yönetmen Lucio Fulci’nin “Lizard In A Woman's Skin” adlı filmini masaya yatıracağız. Fulci’nin geçmişteki tıp eğitimi macerası ve filmlerinde cerrah titizliğinde işlediği vahşet sahnelerini düşünürsek, kendisinden söz ederken masaya yatırmak tabirini kullanmanın isabetli bir seçim olduğunu düşünüyorum. Tarihler yine 1971 yılını gösterirken, Giallo türünün gezenti hali bu filmde de devam ediyor ve bu kez Londra şehrinde geçiyor hikayemiz.







Varlıklı bir avukatın kızı olan Carol Hammond (Florinda Bolkan), eşi Frank (Jean Sorel) ve üvey kızı Joan ile mazbut bir aile yaşantısı sürmektedir. Carol, gördüğü rahatsız edici kabuslar nedeniyle psikanaliste gider. Kabuslarının odak noktasında, evinde seks ve uyuşturucu partileri düzenleyen komşuları Julia Durer (Anita Strindberg) vardır. Önce trende daha sonra da bilinmeyen bir evin uzun koridorunda orji halindeki çıplak kalabalığın arasından Julia’ya ulaşır Carol ve onunla sevişmeye başlar.






Gerçek hayatta ne o koridoru görmüştür ne de Julia’yla bir tanışıklığı vardır. Psikanaliste göre, Julia ahlaki düşkünlüğünü temsil etmektedir. Carol’ın bilinci, bu yaşam tarzını onaylamaz ama özgürlük düşüncesi merakını uyandırır. Filmin düğümünü atan düşte Carol, Francis Bacon çizimlerinden esinlenilmiş birkaç mizansenin ardından Julia’yı balkonda kendinden geçmiş iki hippie’nin görgü tanıklığı altında öldürür. Soluğu psikanalistin koltuğunda alan Carol’a, düşük ahlakın cezbettiği tarafını öldürdüğü söylenir. Çatışma bir şiddet gösterisiyle çözüme kavuşmuştur. Özgürleştirici bir düştür bu. Görgü tanıkları ise özgürleşmenin kanıtı olarak Carol tarafından yaratılmıştır. Oysa Julia, gerçekten de Carol’ın rüyasında anlattığı şekilde öldürülmüş olarak bulunur.






Anlatı, başka filmlerde de pek çok örneğine rastladığımız gibi, gerçek ve hayali olmak üzere iki düzlemde, kimi zaman birbirinden uzaklaşarak, kimi zaman da iç içe geçerek devam eder. Filmin sonunda gerçek hayalin üstesinden gelir. Gizem bulutları dağılır ve düğüm çözülür. Türün bildik kuralları harfiyen yerine getirilmiş, görev başarıyla tamamlanmıştır. Fulci’nin ilk bakışta, Dario Argento’nun zirvede olduğu Giallo furyasının bir ucundan tutmak derdiyle çektiğini düşünebileceğimiz filmini, gerçekliği ele alışı bakımından mercek altına aldığımızda, belki de Argento’ya ve onun filmlerinde benimsenen kurallara karşı bir tutuma rastlarız. Bu teoriyi ispatlama yolunda hikayenin ipliğinin pazara çıkarılmasını zaruri gördüğümden, filmi izlemeyenlerin aşağıdaki kısmı okumamasını tavsiye eder, bu yüzden hayatın anlamına dair mahrum kalacakları son derece elzem bir bilginin varlığı konusunda da kendilerini uyandırmak isterim.

DİKKAT SPOILER


Kavrayışımızın öngördüğünün aksine film, tek bir bilinç düzleminde tasarlanmıştır. Carol’ın bilincidir her şeye hükmeden. Yöneldiği dünyayı kurar, onu var eder. Seyirci olarak yalnızca Carol’ın kurduğu dünyayı görürüz. Yine de Carol’ın bilincinin mutlak halde alımlanması mümkün değildir. Bu noktada psikanalist devreye girer. Carol’ın dünyasını dolaşıma sokan bir katalizördür psikanalist. Carol, gerçekten de Julia’yı öldürmüştür. Psikanalistine giderek bu sahneyi bir düş olarak yeniden kurar. Ortada sağlam kanıtlar olmasına rağmen, Carol’ın bu cinayeti gerçekten işlemediğine inanılır. Psikanalistin hikayede gördüğü kilit işlevin, Dario Argento’nun filmleri başta olmak üzere birçok Giallo’da gördüğümüz hikaye anlatımına karşı alaycı bir tutumun tezahürü olduğunu düşünüyorum. Belli başlı örneklere baktığımızda katili suça iten nedenlerin ortaya çıkarılmasında psikanalitikten yararlanılır.


Buna karşılık Fulci, filmde psikanalitiki gerçeği gizleyen bir araç olarak kullanır. Babası, Carol’ın savunmasını psikanalistin yorumuna dayanarak yapar: Frank, Carol’ın düşlerini kaydettiğinden haberdardır ve Carol’ın düşünde gördüğü gibi bir cinayet tasarlayarak suçu onun üzerine yıkmaya çalışmıştır. Cinayeti araştıran polisler dahi ellerindeki kanıtlara kuşkulu yaklaşır. Başından beri gerçeği gördüğümüz halde, Carol’ın Julia’yı öldürdüğüne inanmak istemeyiz. Babasının varsayımını daha gerçekçi buluruz. Babası da yaratılan düşün nesnesidir, kendini bu uğurda feda etmekten çekinmez. Katil tarafından yaratılmış bir dünyada başka bir seçenek yoktur bizim için. Düş ve gerçek arasındaki çizgi de, film ilerledikçe silinmeye başlar. Hastanede Carol’ın birisi tarafından izlendiği ve sonunda karnı deşilmiş köpeklerle karşılaştığı o ünlü sekansın gerçek olup olmadığına dair en ufak bir ipucu vermez yönetmen. Doktor, o kadar meraklı olmayın der sahne sona ererken. Alexandra Palace’ta vuku bulan takip sahnesi ise sarsıcı mekan geçişleri ile Carol’ın bir başka kabusu gibidir.



Düşleriyle yarattığı dünyada, Carol’ı ele veren ne olabilirdi? Cinayeti balkondan asit atmış kafalarıyla izleyen iki hippie. Carol onları bir yere konumlandıramaz. Rastlantısal tanıklık, Carol’ın bilinç evrenine çomağı sokar. Düşlerini gerçeğe dönüştürmek isteyen neslin üyeleri, miladın üçüncü yılında başkalarının gerçeğinde bir hata olarak arz-ı endam eder yeniden.



Hiç yorum yok: